Yaşarken yaşananların tadını kaçırmakta usta olan bizlerin her an aldığı kara haberler ardından hatırladığımız ölüm bu dünyada yaşayacaklarımızı en güzel şekilde yaşamamız gerektiğini bir kez daha hatırlatır adeta..
Çünkü ‘dün vardı, bugün yok’ diye her sabah ve her an verilen selaları dinleyip, kahvaltı ile başladığımız günün nasıl bir son ile akşam olacağını da bilemeyiz, ölümün, öldürenin her an çalacağını düşünmediğimiz kapımıza bakmadan…
Hem de 17 binin üzerinde insanın faili meçhule kurban gittiği söylenen ülkede bir çok insan gibi arkadan yanaşılıp, emir vericilerin, emaneten eline verdiği tetiği çekerek kahpece öldürdükleri Hrant Dink’in katilinin çıktığı kapıya bakarken..
Ve Sinan Ateş’in katilinin yanı sıra memleketlim Murat Aydemir’i öldüren katilinin hala bulunmadığı bu ülkede arkasından aldığı hain kurşunla yere düştüğünde ayakkabısının altının delik olduğu fotoğraf kareleriyle ortaya çıkan Gazeteci meslektaşım Hrant Dink’in katilinin çıktığı o adliye kapısına bakmak ise bir başka ölüm şekli, hem de ‘Filistin’de insanlar ölüyor, cola içmeyin, kurban kesmeyin, parasını bize gönderin, bizde devletlerin girmediği Gazze’ye gidelim.. Orada biz kurban keselim’ diyen zihniyeti taşıyan kafalarıyla..
Evet, o kapılara bakarken gerek Dink’in katilinin sözüm ona görülen davası ardından keyifle salladığı tesbih, gerekirse Diyarbakır (Amed) kentinin Sur ilçesindeki tarihi Dört Ayaklı Minare önünde Hrant gibi başından vurularak öldürülen Tahir Elçi’nin davasında yargılananların serbest kaldığını öğrenirken iç dünyamda yaşadıklarımı görüp, bu yaşananları, günahsız insanları öldürenleri, katilleri anlatmak için ele aldığım bu yazımı yazmaya hazırlandığım sırada hem arkadaşım, hem akrabam, hem köylüm, hem de sen, o, bu dediğimiz bir dostumun daha hayata göz yumduğu kara haberini de alıyordum.
Hem de memleketi kurtaracaklarını söyleyip, kendilerini bile kurtaramayanların, ölenin cesedi daha morgda iken ölenin adı üzerinden sanallarda şov yapıp, makyajlı, taralı saçları ile üzüldüklerini anlatmaya çalıştıkları kıytırıktan sanal paylaşımlarını, görüp, izlerken, üzülürken…
Bu duyguları yaşadığım yer ise gel gitlerle oluşan tuzlu denizle buluşan tatlı sulu Sakarya (Adapazarı) Nehrinin Karadeniz’e karıştığı noktanın adının da neden Karasu olduğunu anladığım bir günün ardından gelen kara haberle birlikte ayrıldığım denizin adının da kara kelimesiyle başladığını düşünmeden…
Halbuki her baktığımızda yaşamın, barışın adı olan mavinin adını üzerine seren denizin, beyaz ve yeşil nehrin aktığı gibi yaşanılması gereken hayatın da o hızla akıp gittiğini de düşünmeyiz, her an kapımızı çalacak olan ölüm gibi…
Gerçi bu düşüncesizliği yaşamımızı pompalayan kalbimizin kapısını çalanların sonradan o kalbi kırıp, döküp, yakıp yıktıktan, yaraladıktan sonra çekip gitmelerinin ölümden farksız olduğunu da anlamayız, yaşanılması gerekenleri yaşamadan ölürken, öldürürken.
Kısacası bugün sen yarın ben demeyi de aklımıza getirmezken, bitiyordu, iç dünyamı yansıtan aslında seni anlatan ölmeden yaşanılması gereken bir yazıyı bitirirken o Allah, Allah diyerek sabır için çekilen tesbihin art arda çekilen mermiler gibi keyifle sallanıp, bir kez daha insanlığı öldürürken..